Suavi Kemal Yazgıç
Doğup büyüdüğüm evin bulunduğu cadde, o zamanki adıyla SSK
Samatya Hastanesi’ne dek uzanırdı. Rumca “Kumluk” anlamına gelen bir kelimeden
türeyen bu isim, “tabela”da ise yer almazdı. Cadde boyunca belli aralıklarla
Orgeneral Abdurrahman Nazif Gürman Caddesi ismi yazılmıştı. Hiç kimsenin
kullanmadığı, tanımadığı bir isimdi ve sadece “mesleğini ve rütbesini”
bilirdik. Meğer 1950’de yapılan darbe ihbarı üzerine emekliye sevk edilen 15
general ve 150 subaydan biriymiş o. 8 Haziran 1949 tarihinde atandığı
Genelkurmay Başkanlığı görevinden, 6 Haziran 1950 tarihinde Yüksek Askerî Şûrâ
üyeliğine atanmış 6 Temmuz 1950 tarihinde de emekli olmuş. Doğrusu kendi adıma
Samatya Caddesi isminin geri dönmemesi için bir sebep göremiyorum. Tabelaya
mahkûm bir isim tasarrufunun daha fazla devam etmesinin bir anlamı yok bence.
Fetihten sonra beş yüzyıl varlığı rahatsız etmeyen bir ismin darbeye karışmış
bir isimle değiştirilmiş olması, elbette manidar. Üstelik bölge insanının da bu
değişiklikte hiçbir dahli ve talebi olmadığı gibi, durumu ciddiye de almamış.
(En azından ben çocukken öyleydi.)
Samatya, Rumca “kumluk” anlamına gelse de, ben çocukken
çoktan asfalt ve betonun altında kaybolmuştu o kumlar. Özellikle de sahil
boyunca uzanan o geniş cadde, merhum babamın yüzdüğü sahille semt arasında bir
engel gibi duruyordu. Caddenin adı ise Kennedy idi. Eski bir ABD başkanı
olduğunu ve suikasta kurban gittiğini, caddenin ismini ilk duyduğum çocuk
yaşımdan epey sonra öğrendiğim için bu kelime, benim için uzun zaman “gizemini”
korudu. Eski bir ABD başkanının adının İstanbul’da yer alması, benim için halâ
gizemlidir ama neyse. Bu arada bir not daha: Ankara’da adaşı varmış Kennedy
Caddesi’nin. Asfaltı, Marshall Yardımları’ndan sonra yaygın bir şekilde kullanmaya
başladığı için olsa gerek, eskilerde “Amerikan asfaltı” diye bir tabir vardı.
Bir ABD başkanının isminin Amerikan asfaltı bir caddede yer alması, belki
yadırgatıcı olmayabilir; ama 1962 Küba Krizi sırasında pazarlık unsurlarından
birinin de Türkiye’deki Jüpiter Füzeleri olması ve bir anlamda ısınan Soğuk
Savaş’ta “hedef” ülkelerden biri olarak yer almamız hesaba katılınca, Kennedy
Caddesi ismi, çağrışım makinesine daha çok yakıt sağlar. Neyse… Konumuz,
bunların hiçbiri değil. Bu yazı, Samatya ile sınırlı.
16 yaşına kadar Samatya Caddesi’nde yaşadım; 1988’e kadr.
Apartmanlaşma süreci, oralarda nispeten erken tamamlanmıştı. Ahşap ve kâgir
evlere rastlasak da, çok azdılar. Evet, demiryolu civarında ve arka sokaklarda
öbekler halinde ahşap evler vardı; ama besbelli onların da son demleriydi.
Kiliseler, camiler, esnaf… Şimdi bir mahalle dizisinin setini tarif eder gibi
anlattığım mekân, etiyle, kemiğiyle, ruhuyla yaşayan, soluk alıp veren
yerlerdi. Samatya Meydanı ile evimizin arası, 100-200 metre filandı. Yolda,
saçımda bit bulan yaşlı berberin, hayatımda ilk defa karpuz aldığım - sonra da
karpuzu elimden düşürerek patlatmıştım – manavın, raflarında Jules Verne
kitapları ile tanıştığım kitapçı-kırtasiyecinin önünden geçerdim. Meydana
varmadan önce Osmanlı yapısı semt karakolunun yanından yukarı çıkınca, Marmara
Caddesi’nde kurulan Cumartesi Pazarı’na yahut Sulu Manastır’ın karşısında odun
ekmeği yapan fırına giderdik. Samatya deyince akla ilk gelen Develi Lokantası’na
ise lahmacun alıp evde yemek üzere yılda bir iki kez uğrardık ki, o lahmacunun
tadını unutabilmiş değilim. Merhum babamın Samatya Meydanı’nın meşhur
balıkçılarından değil de daha çok Kumkapı’daki Balık Hali’nden balık aldığını
da o günlere dair bir not olarak eklemeliyim.
Yunus Emre İlkokulu’nda okudum Öğretmenim Dudu Hanım’ın
üzerimdeki emeği büyüktür. Sessiz, sakin, ufak tefek ve esmer bir hanımdı.
Okulumun binası ise ta banliyö hattının inşa edildiği yıllardan kalma eski bir
bina idi. 1895 yılında Avusturyalılar tarafından inşa edilen bina, önce
Almanlara, sonra Fransızlara devredilmiş ve en nihayetinde 1934 yılında maarif
sistemimize dahil olmuş. Okulun bahçesindeki, şimdi yerinde yeller esen o
devasa ağacın, binanın bütün geçmişine şahit olduğunu hayal ederdim.
Cumhuriyet döneminde yaşanan büyük göçlerden etkilenmiş olsa
da nispeten kozmopolit kalmıştı Samatya. Esnafın, komşuların bir kısmı, Ermeni
idi. Hemen çaprazımızda, henüz eğitime devam eden bir Ermeni okulu vardı.
İmrahor’a giderken de yıllardır kapalı olan bir başkası. “Benim Ermeni
komşularım vardı” sözünün nerelere çekildiğinin ve neyi istismar etmek için
kullanıldığının farkındayım İnsanlar, hemen arkasından sarf edecekleri nice
düşmanca sözü, “Benim Ermeni komşularım vardı” mazereti ile sunabiliyorlar.
Ancak evet, benim Ermeni komşularım vardı. Hemen yakınımızdaki kilisenin Ermeni
bahçıvanının ikram ettiği kefiri, senelerce içtik meselâ. Şimdilerde market
raflarında satılanlar gibi içilip tüketilmezdi o kefir. Akşamdan süte konur, sonra
tekrar süt eklenir ve içilirdi.
Önü, açık mavi, mavi, siyah, beyaz BTB kaplı bir apartmanda
yaşadım. Hemen yanımızdaki ahşap binanın son demlerine şahit oldum. Karşıdaki
üç katlı kâgir binanın yıkılması, (sahibi olan ismini sadece “Madam” olarak
hatırladığım yaşlı teyze vefat edince ev boşaldı ve yıkıldı) hemen yanındaki
iplik fabrikası harabesiyle birlikte “oyun sahamızı” genişletti. Hemen ön
tarafında bir ayakkabı tamircisinin olduğu ve içinde kimsenin oturmadığı ahşap
binaya çocuk merakıyla arka taraftan girince, Ermenice harfli kitaplar
bulmuştuk.
İstanbul’un henüz AVM’lerle tanışmadığı o dönemde
alışverişimizi ya içine para koyduğumuz sepeti sarkıtıp pencereden bağırarak,
Ahmet amcadan yapardık ya da üç beş bina ötedeki Yaşar Bakkal’dan. Ahmet amca
her ne kadar asabî tipli olsa da, üst kat komşusunun çocuğunu kollardı. Hatta
bir kere kardeşim, gözlüğümü pencereden aşağı atınca kırılan çerçeveyi tamir
etmişti. Bakkalın yanında, sahibinin oğlu ile oynadığım mobilyacı vardı.
Kızkardeşim bebekken her gün, “taze” çekilmiş olsun diye minicik bir paket
kıyma aldığımız kasabımız, kardeşimi görünce, Nasreddin Hoca fıkrasından mülhem
bir espri patlatmıştı. “Bu kızınızsa, her gün aldığınız kıyma nerede? Bu kıyma
ise, kızınız nerede?” Sürekli alışveriş yaptığımız nalbur ise bize övdüğü boya
markası için boyanın reklamının olmadığını vurgulamış, kendine güveni olmayan
firmaların reklam yaptığını söyleyerek bugün idrak bile edemeyeceğimiz bir
mantık yürütmüştü.
Geçtiğimiz sene uzun bir aradan sonra ilk kez Samatya
Caddesi’ne gittiğimde binalar fazla değişmemiş, buna karşılık oynadığımız
arsalardan eser bile kalmamıştı. Ancak daha hazini, çay içip eski günler
hakkında yarenlik edebilecek kimseye rastlayamamış olmamdı. Senelerce içinde
yaşadığım bina bile, bu yüzden bana yabancı geldi.
Biraz buruk bitti Samatya turum.
(Nihayet dergisi, Sayı 23, Kasım 2016)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder