13 Ağustos 2015 Perşembe

Osmanlı’da su mimarisi

3. Ahmed Çeşmesi
Hepimiz biliyoruz ki, bu gün bize her fırsatta medeniyet dersi vermeye kalkan Batı dünyasının adeta pislik içerisinde yüzdüğü bir dönemde Osmanlı İmparatorluğu, şırıl şırıl ve tertemiz bir su medeniyeti ve su mimarîsi tesis etmişti. Hamamlar, çeşmeler, sebiller, şadırvanlar, Osmanlı su mimarîsinin önde gelen yapılarıydı.

Hamamlar

Ahlâkıyla zihnini, gönlünü ciddi oranda temiz tutan Osmanlı toplumu, Hamamlarla da fizikî olarak temizleniyor, sıcaklığın ve buharın etkisiyle ayrıca sıhhat buluyordu.

Evliyâ Çelebi’ye göre, sadece Fatih Sultan Mehmed döneminde 26 hamam inşa edilmişti. Kendi yaşadığı 17. yüzyılda İstanbul’da 151 hamam bulunuyordu. Hamamlar, ya cami külliyeleriyle beraber inşa edilir, ya da mahallelerde mahalle sakinleri için ayrıca yapılırdı. Yine Evliya Çelebi’nin verdiği bilgiye göre, saray ve konak hamamlarının yanı sıra halk hamamlarıyla birlikte 17. yüzyılda toplam hamam sayısı 14 bin 526 idi… Bu rakamlar, Osmanlı toplumunda İslâmî değerlerin bir ürünü olarak, temizliğe verilen önemin açık göstergesi…

Hamamlardan elde edilen gelir de, hayır işlerinde faaliyet gösteren vakıflara devredilirdi. İstanbul hamamları, genellikle “çifte hamam” olarak, yani kadınlar ve erkekler için ayrı bölümleri olan ve giriş kapıları farklı taraflarda bulunan binalar şeklinde inşa edilirdi.

Binlerce personeli bulunan Topkapı Sarayı’nda 14 tane hamam bulunuyordu. Konaklardaki hamamlar, genellikle bahçe içerisinde ayrı bir yerde inşa edilmişti.

Musluklarıyla, kurnalarıyla, hamam taslarıyla, takunyalarıyla, hamam kültürünün ürettiği birbirinden güzel folklorik unsur da var ki, onlardan da başka bir yazıda bahsedelim…

Çeşmeler

“Çeşme”, kelime anlamı olarak, Farsça’da “göz” anlamına gelen “çeşm” kelimesinden türetilmiştir. Su çıkan kaynaklara, pınarlara ve gözlere de bu sebeple “çeşm” denilmiştir.

Su medeniyetinin diğer bir unsuru da çeşmelerdi. Hem el-yüz temizliği hem de içme suyu ihtiyacının karşılanması amacıyla, camilerin, namazgâhların, mekteplerin, hamamların, türbelerin, sebillerin yanı başına ve şehrin pek çok noktasına inşa edilirlerdi.

Nerede ne kadar su ihtiyacı olduğu önceden ölçümler yapılarak belirlenir, suyun dağıtımının ne şekilde yapılacağına verilir ve ona göre mahallelerin uygun yerlerine yapılırdı. Denilebilir ki, neredeyse her sokağın başında bir çeşme bulunurdu. Tabii bunlar, dış mekân çeşmeleriydi. Ayrıca bahçelerin ve avluların içinde de çeşmeler bulunurdu. Bu küçük, iç mekân çeşmelerine su, suların toplandığı maksemlerden künklerle aktarılırdı. Dış mekân çeşmelerinin büyük bir çoğunluğu da, başka bir yapı ile bütünleşik, onun bir parçası olarak tasarlanmış, klasik biçimlenişe uygun, yani duvarda çeşme aynası, musluk ve yalaktan oluşurdu. Genellikle bu tür çeşmelere “duvar çeşmesi” ya da “cephe çeşmesi” adı verilmektedir. Bir de Üsküdar’daki ve Sultanahmet’teki 3. Ahmed çeşmeleri gibi meydan çeşmeleri ve ayrıca iskelebaşı çeşmeleri vardı. İki ya da üç cepheli ve her cephesinde bir lülesi bulunan çeşmelere de “çatalçeşme” denirdi.

Fatih’in fethettiği asıl bölge olan Suriçi’nde, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e intikal eden kitâbeli 400 çeşme olduğu biliniyor.

İstanbul’da bilinen en eski çeşme, Cerrahpaşa’daki Davud Paşa Çeşmesi’dir. Kitâbesinde külliyenin yapılış tarihi 1485-86 olarak kayıtlı olsa da, çeşmenin banisi Davud Paşa’dan “merhum” olarak bahsedilmesi, ölüm tarihi olan 1498’den sonra yapılmış olduğunu düşündürmektedir.

Sebiller

Eyüp Mihrişah Valide Sultan sebil ve çeşmesi
İstanbul’da yüzyıllar boyunca çeşmeler ile birlikte halkın su ihtiyacını karşılayan, başka bir yapı da sebillerdi. Sebillerin içinde musluklu tekneler ya da su küpleri bulunur, bunların içine de kalitesi yüksek su doldurulurdu. Sebiller, özellikle bayram, kandil gibi özel günlerde, görevliler vasıtasıyla halka kaliteli içme suyu dağıtmak için yapılmışlardı. İstanbul’daki en eski örneği, Şeyhülislâm Efdalzâde Seyyid Hamideddin Efendi’nin Fatih Nişanca’da 1495’de yaptırmış olduğu sebildir.

Sebillerin kapalı mekânının hazne duvarında bir çeşme, cephede ise su dağıtımı için, kemerle ya da kirişle oluşturulan, dökme tunç veya demirden şebekeli pencere açıklığı vardır.

Mimar Davud Ağa’nın yaptığı Çarşıkapı’daki Koca Sinan Paşa sebili, klasik yapıdaki sebillerin en önemli özelliklerini barındırır. Şehzadebaşı’daki Damad İbrahim Paşa külliyesinin köşesinde yer alan sebil, Lâle Devri’nin sanat zevkini yansıttığı gibi, daha sonraki sebil mimarisine de örnek teşkil etmiştir.

Şadırvanlar

Farsça büyük tente, çadır, gölgelik anlamına gelen şādurbān veya şādurvān kelimesinden gelen şâdırvân Türkçe’ye farklı bir anlam kazanarak geçmiştir.

Şadırvanlar, günümüzde de olduğu gibi, camilerin avlularına, abdest alınması için yapılırdı. Kervansarayların, hanların, medreselerin avlularına da yapılmıştır. Ortadaki havuzun çevresindeki musluklardan ve ortasındaki fıskiyeden su akan, üzeri kubbeli yapılardır. Şadırvanlarda suyun önce ortada bulunan bir fıskiyeden üstü açık havuzlara, oradan etrafındaki musluk veya lülelerle dışarıya akmasıyla meydana gelen su sesi, insanlara huzur ve ferahlık verir. Bu bakımdan abdestin yanı sıra şadırvanlar bilhassa yaz aylarında camiye gelenlerin namaz vaktini beklemek, namaz sonrası sohbet etmek veya dinlenmek için faydalandığı yerlerdir.

Osmanlı mimarisinde şadırvan diye adlandırılan ilk yapı, İstanbul Fâtih Camisi’nin avlusuna 1470 yılında yaptırılan şadırvandır. Fâtih Sultan Mehmed’in vakfiyesinde “şâdırvân-ı hurşîd-nişan” şeklinde bahsi geçmektedir. Şadırvanları biçimlerine göre dört grupta toplamak mümkündür.

1. Bir havuzdan ibaret şadırvanlar.
2. Üst örtüsü, havuz köşelerine yerleştirilmiş sütunlarla taşınan şadırvanlar.
3. Baldaken tarzı; yani üstü kapalı, yanları dışa açık şadırvanlar.
4. Münferit tipteki şadırvanlar.

Çeşmeler, sebiller, selsebiller, şadırvanlar, sadece içme suyu ihtiyacını karşılamakla ve abdest alma imkânı sağlamakla kalmaz, estetik mimarî özellikleriyle aynı zamanda şehrin ve cami avlularının güzelliğine güzellik katarlardı.

(Kaynaklar: Âb-ı Hayat sergisi, İslâm Ansiklopedisi)

Hiç yorum yok: