![]() |
3. Ahmed Çeşmesi |
Hepimiz biliyoruz ki, bu gün bize her fırsatta medeniyet
dersi vermeye kalkan Batı dünyasının adeta pislik içerisinde yüzdüğü bir
dönemde Osmanlı İmparatorluğu, şırıl şırıl ve tertemiz bir su medeniyeti ve su mimarîsi tesis
etmişti. Hamamlar, çeşmeler, sebiller, şadırvanlar, Osmanlı su mimarîsinin önde
gelen yapılarıydı.
Hamamlar
Ahlâkıyla zihnini, gönlünü ciddi oranda temiz tutan
Osmanlı toplumu, Hamamlarla da fizikî olarak temizleniyor, sıcaklığın ve
buharın etkisiyle ayrıca sıhhat buluyordu.
Evliyâ Çelebi’ye göre, sadece Fatih Sultan Mehmed
döneminde 26 hamam inşa edilmişti. Kendi yaşadığı 17. yüzyılda İstanbul’da 151
hamam bulunuyordu. Hamamlar, ya cami külliyeleriyle beraber inşa edilir, ya da
mahallelerde mahalle sakinleri için ayrıca yapılırdı. Yine Evliya Çelebi’nin
verdiği bilgiye göre, saray ve konak hamamlarının yanı sıra halk hamamlarıyla
birlikte 17. yüzyılda toplam hamam sayısı 14 bin 526 idi… Bu rakamlar, Osmanlı
toplumunda İslâmî değerlerin bir ürünü olarak, temizliğe verilen önemin açık
göstergesi…
Hamamlardan elde edilen gelir de, hayır işlerinde
faaliyet gösteren vakıflara devredilirdi. İstanbul hamamları, genellikle “çifte
hamam” olarak, yani kadınlar ve erkekler için ayrı bölümleri olan ve giriş
kapıları farklı taraflarda bulunan binalar şeklinde inşa edilirdi.
Binlerce personeli bulunan Topkapı Sarayı’nda 14 tane
hamam bulunuyordu. Konaklardaki hamamlar, genellikle bahçe içerisinde ayrı bir
yerde inşa edilmişti.
Musluklarıyla, kurnalarıyla, hamam taslarıyla,
takunyalarıyla, hamam kültürünün ürettiği birbirinden güzel folklorik unsur da
var ki, onlardan da başka bir yazıda bahsedelim…
Çeşmeler
“Çeşme”, kelime anlamı olarak, Farsça’da “göz” anlamına
gelen “çeşm” kelimesinden türetilmiştir. Su çıkan kaynaklara, pınarlara ve
gözlere de bu sebeple “çeşm” denilmiştir.
Su medeniyetinin diğer bir unsuru da çeşmelerdi. Hem
el-yüz temizliği hem de içme suyu ihtiyacının karşılanması amacıyla, camilerin,
namazgâhların, mekteplerin, hamamların, türbelerin, sebillerin yanı başına ve
şehrin pek çok noktasına inşa edilirlerdi.
Nerede ne kadar su ihtiyacı olduğu önceden ölçümler
yapılarak belirlenir, suyun dağıtımının ne şekilde yapılacağına verilir ve ona
göre mahallelerin uygun yerlerine yapılırdı. Denilebilir ki, neredeyse her
sokağın başında bir çeşme bulunurdu. Tabii bunlar, dış mekân çeşmeleriydi.
Ayrıca bahçelerin ve avluların içinde de çeşmeler bulunurdu. Bu küçük, iç mekân
çeşmelerine su, suların toplandığı maksemlerden künklerle aktarılırdı. Dış
mekân çeşmelerinin büyük bir çoğunluğu da, başka bir yapı ile bütünleşik, onun
bir parçası olarak tasarlanmış, klasik biçimlenişe uygun, yani duvarda çeşme
aynası, musluk ve yalaktan oluşurdu. Genellikle bu tür çeşmelere “duvar
çeşmesi” ya da “cephe çeşmesi” adı verilmektedir. Bir de Üsküdar’daki ve
Sultanahmet’teki 3. Ahmed çeşmeleri gibi meydan çeşmeleri ve ayrıca iskelebaşı
çeşmeleri vardı. İki ya da üç cepheli ve her cephesinde bir lülesi bulunan
çeşmelere de “çatalçeşme” denirdi.
Fatih’in fethettiği asıl bölge olan Suriçi’nde,
Osmanlı’dan Cumhuriyet’e intikal eden kitâbeli 400 çeşme olduğu biliniyor.
İstanbul’da bilinen en eski çeşme, Cerrahpaşa’daki Davud
Paşa Çeşmesi’dir. Kitâbesinde külliyenin yapılış tarihi 1485-86 olarak kayıtlı
olsa da, çeşmenin banisi Davud Paşa’dan “merhum” olarak bahsedilmesi, ölüm
tarihi olan 1498’den sonra yapılmış olduğunu düşündürmektedir.
Sebiller
![]() |
Eyüp Mihrişah Valide Sultan sebil ve çeşmesi |
Sebillerin kapalı mekânının hazne duvarında bir çeşme,
cephede ise su dağıtımı için, kemerle ya da kirişle oluşturulan, dökme tunç
veya demirden şebekeli pencere açıklığı vardır.
Mimar Davud Ağa’nın yaptığı Çarşıkapı’daki Koca Sinan
Paşa sebili, klasik yapıdaki sebillerin en önemli özelliklerini barındırır. Şehzadebaşı’daki
Damad İbrahim Paşa külliyesinin köşesinde yer alan sebil, Lâle Devri’nin sanat
zevkini yansıttığı gibi, daha sonraki sebil mimarisine de örnek teşkil
etmiştir.
Şadırvanlar
Farsça büyük tente, çadır, gölgelik anlamına gelen
şādurbān veya şādurvān kelimesinden gelen şâdırvân Türkçe’ye farklı bir anlam
kazanarak geçmiştir.
Şadırvanlar, günümüzde de olduğu gibi, camilerin
avlularına, abdest alınması için yapılırdı. Kervansarayların, hanların,
medreselerin avlularına da yapılmıştır. Ortadaki havuzun çevresindeki
musluklardan ve ortasındaki fıskiyeden su akan, üzeri kubbeli yapılardır.
Şadırvanlarda suyun önce ortada bulunan bir fıskiyeden üstü açık havuzlara,
oradan etrafındaki musluk veya lülelerle dışarıya akmasıyla meydana gelen su
sesi, insanlara huzur ve ferahlık verir. Bu bakımdan abdestin yanı sıra
şadırvanlar bilhassa yaz aylarında camiye gelenlerin namaz vaktini beklemek,
namaz sonrası sohbet etmek veya dinlenmek için faydalandığı yerlerdir.
Osmanlı mimarisinde şadırvan diye adlandırılan ilk yapı,
İstanbul Fâtih Camisi’nin avlusuna 1470 yılında yaptırılan şadırvandır. Fâtih
Sultan Mehmed’in vakfiyesinde “şâdırvân-ı hurşîd-nişan” şeklinde bahsi
geçmektedir. Şadırvanları biçimlerine göre dört grupta toplamak mümkündür.
1. Bir havuzdan ibaret şadırvanlar.
2. Üst örtüsü, havuz köşelerine yerleştirilmiş sütunlarla taşınan şadırvanlar.
3. Baldaken tarzı; yani üstü kapalı, yanları dışa açık
şadırvanlar.
4. Münferit tipteki şadırvanlar.
(Kaynaklar: Âb-ı Hayat sergisi, İslâm Ansiklopedisi)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder